Uzun süredir içimi kemiren ama nasıl olsa bir gün hallederim diye sürekli ertelediğim bir meseleydi: Necdet Sander çevirisi Küçük Prens’imi, hiç yapmamam gereken bir şey yapıp, hiç vermemem gereken birine vermiştim ve o da yapması gereken şeyi yapmıştı.
Evet, ara sıra sahaflarda bir Sander baskısına rastlıyordum. Ama ya çok harap halde oluyorlardı ya da çok para vermek gerekiyordu. Üstelik rastladıklarımın hiç birinin ilk sayfasına abim mavi bir kalemle, 1982, Pursaklar – Ankara yazmamıştı (ilk harfler küçük).
Sonra Ali doğdu ve bu gece kaç saat uyuyacak, bu hafta kaç gram alacak, kulaklarındaki kıllar dökülecek di mi türünden yeni dertlerin arasında eski derdim gittikçe dikenlenmeye başladı. Hemen bir şeyler yapmazsam, Ali Küçük Prens’le oldukça uygunsuz şartlar altında tanışmak zorunda kalacaktı.
Sonra aradan yine yıllar geçti. Nihayet geçen pazar, kitabı Ali’yle bitirdik. Büyüklere laf anlatmanın çok yorucu olduğu hususunda yazara çok hak verdi Ali. Küçük Prens’in dünyada çok az kaldığını, çok az insanla tanıştığını düşünüyor. Küçük Prens, tek bir gülün, dizlerine ancak gelen ve biri belki de sonsuza dek sönmüş olan üç volkanın kendisini hiç de büyük bir prens yapmayacağından şikâyet ettiğinde yadırgadı: “E, kendi adını bilmiyor mu, Küçük Prens işte, nasıl büyük olsun?”
geri gelmeyen kitap acısını yaşayan, kızmaktan ve istemekten utanan tek ben kaldım sanıyordum.
okudukça kıymetli hassasiyetlerde yalnız olmadığıma sevindim.
ali çok haklı, küçük prens'ler o kadar o kadar az ki..
öpüyorum yakışıklıyı.
esra