Ali, Babası ve Kırk Haramiler olarak -hep birlikte- BÖ2009!‘da aile kategorisi birincisi olmuştuk, biliyorsunuz. Herkese tekrar çok teşekkür ediyoruz, ama işte hayat zalim, birincilik ödülünün zevkini sadece biz çıkartabildik:) Bütün kırk haramiler için de Ali’den tekrar bir öpücük gelsin o halde:
Bizse söylemesi ayıp, geçen hafta, tam final sınavları, not verme işleri bitmiş, yaz okulu hengamesi de henüz başlamamışken, Letoonia Fethiye‘de harika bir hafta geçirdik. Kürsü ve “hayat” arkadaşımız Ahmet’in de katılımıyla muhteşem bir tatil ekibi olduk. Gerçi Ahmet, uçakta kulaklığı çalışmayınca “teknik bir arıza var, lütfen kaptanı haberdar edin, her an düşebiliriz hostes hanım” diyen bir karayolları sevdalısı olarak, 14 saat süren çileli bir yolculukla, otobüsle gelmeyi tercih etti ama gidişte de dönüşte de biz cidden çok rahattık.
Evden havaalanına giderken, Gökçe’nin tavsiyesiyle keşfettiğimiz Secure Drive sayesinde çok konforluyduk. Uçakta şansımıza, yanımızdaki koltuk boştu ve Ali de ilk uçak yolculuğunda kucakta seyahat etmek durumunda kalmadı. Dalaman’a indiğimizde, Letoonia tarafından karşılandık, daha ne olsun… Bütün ayarlamalarla bizzat ilgilenen, hiç bir sıkıntı yaşanmaması için olağanüstü bir gayret sarfeden Şahin Toprak’a bir de buradan teşekkür etmek boynumuzun borcu…
Otel, yaklaşık 17 hektarlık bir yarım adada, çam ormanları ortasında devasa bir tesis. Fethiye merkeze sadece 4 kilometre uzaklıkta, üstelik de her saat otelden Fethiye’ye tekne kalkıyor. Herkes son derece güleryüzlü. Tabii bazen fazla kibarlıktan bunalan amcalarla karşılaşmak da mümkün, ama sonuçta Türkçe bilmiyorsanız hiç sorun yok… İlk gece elindeki gülleri bir türlü almayıp teşekkür etmekle yetinen turistlerin arkasından, “Tenkyu, tenkyu, hay sizin tenkyunuzu…” diyen amca, bütün tatilimizi neşelendirdi. Biz de burdan tatili anlatırken sürekli teşekkür ettikçe aklıma geliyor, neyse işte siz de bizim tenkyumuzu…
Ben sinir bozucu erken uyanma alışkanlığımı elbette tatilde de terkedemedim, sabah yedi buçukta dikilip, Ali eğer uyanmışsa onu da alarak, önce kahvaltıya, sonra denize… Tuba normal bir insan olarak ona doğru uyanıp bize katılıyordu.
Ahmet’e gelince, o da elbette sabah beşe kadar oturup, güne öğleden sonra başlama alışkanlığını terketmedi. Kaldığımız bungalovların çatılarında, geceleri süren yaban hayatıyla ilgili bilgi almak isterseniz, kendisine başvurabilirsiniz….
Ali suyu bu kadar severken, denize girmekten de korkmaz diye umutlanıyorduk, yanılmışız. Deniz kenarında oturup, kovasıyla, tırmığıyla oynadığı, iskeleye oturup denize taş attığı sürece hiç sorun yok. Ama işler biraz ciddileşince, “baba lütfeen” diye uyarmaya başlıyordu.
Sonuçta hergün iki kere filan suya girdi, biri havuzda olmak üzere iki kere su yutmayı becerdi ama, denizle bir aşk yaşadığını söylemek için çok hayalperest olmak lazım:
– Ali hadi denize gidelim, tamam mı?
– Tamam.
– Yüzecek misin peki?
– I-ııı
– Hadi oğlum, bari biraz omuzların, saçların ıslansın?
– Baba lütfeeen…
– Taş atalım mı denize?
– Taş…
– Ali deniz güzel mi?
– Güzel.
– Yüzelim mi?
– I ıııııh…
Bir de tabii “Where is Bryan?” meselesi var. Tatilin üçüncü günü, akşam yemeğinde, çok sevimli bir İngiliz aileyle tanıştık, Bryan, Colette ve üç çocukları: Daniel, Emily ve Joseph… Sonra da onlar gidinceye dek, sürekli birlikteydik. Bryan’ın annesi Türkmüş, ama çok genç yaşta, Bryan henüz Ali kadarken vefat etmiş. İstanbul’u hatırlıyor Bryan ama en son onlu yaşlarındayken gelmiş, yani neredeyse 40 yıl sonra annesinin memleketiyle ilk teması bu tatil… Ali sakallarını biraz yadırgasa da, gayet iyi anlaştılar. Bryan’lar gittiğinden beri Ali’ye sorulunca, “Ali, where is Bryan?” diye, sektirmeden cevaplıyor: “Gitti…”
Bu arada Ali yeni bir bağımlılık sahibi de oldu: Meyve suyu… Çok fazla süt içtiği için, bari arada başka şeyler içsin diye uğraşıyorduk İstanbul’da, sinirleniyordu, ille de süt içecekmiş. Ama Fethiye’de, sürekli meyve suyu içmek istedi. Sütü eğer hemen akabinde uyumayı planlamıyorsa, hala da reddediyor, bir şikayetimiz yok…
Ali’nin fazlasıyla neşeli fotoğrafları arasında, şimdi de biraz dengeyi sağlayalım: Tatilde dünyanın en mutsuz kadınını da yakından görme fırsatımız oldu. İsmini bilmiyoruz ama haberiniz olsun, kendisi muhtemelen Rus, yirmili yaşlarında. Marinka isimli küçücük bir kızı ve yetmiş yaşlarında karizmatik bir kocası var. Bütün vakti Marinka’nın sahildeki diğer çocukların oyuncaklarını gasp etmesini engellemeye çalışmakla geçiyor. Siz hiç bir şeye üzülmeyin, o sağolsun, dünyanın bütün dertlerine yetecek kadar üzülüp mutsuz oluyor…
Biz doğrusu çok mutluyduk, Ahmet, bol bol fotoğraf çekti. Buradaki fotoğrafların bir çoğu, kendisine ait… Zaten topu topu bir kez Ali’ye deniz malzemeleri almak için Fethiye’ye gittik, bir kafamı kaldırdım, Ahmet emlakçı vitrinine yapışmış, Fethiye emlak piyasasını inceliyor. Fethiyeli mülk sahipleri biraz daha makul bir çizgiye gelebilirlerse Fethiye, havasına ama bilhassa suyuna bayılan yeni bir nefer kazanabilir…
Salı gecesi, yine gayet rahat bir yolculukla şehre döndük. (Ahmet’in İstanbul’a varması, elbette çarşamba sabahına kaldı.) Bu sefer uçak tıklım tıklım doluydu, Ali de Tuba’nın kucağında yolculuk etti ama sanırım ikisinin de pek bir şikayeti olmadı. Ali yine kalkışta ve inişte şen kahkahalar attı. Bu arada kulakları rahatsız olmasın diye kendisine uçuş boyunca sakız verdik. Otuz saniyede bir tekrar tekrar sakız çiğneme isteğine muhalefet edilince biraz huysuzlaşır gibi oldu. Doğaçlama bulunmuş ve muhtemelen çocuk psikolojisi açısından türlü zararları olan bir kocakarı yöntemi son derece başarılı sonuç verdi. Ali tam huysuzlanırken, hostes yemekleri toplamak için koca arabayı çekerek bize doğru geliyordu. “Bak dedim, hostesin kutusunu gördün mü, mızmızlanan çocukları alıp, içine koyuyormuş.” Cidden korktu mu, yoksa babam beni elaleme rezil ediyor diye mi düşündü bilmiyorum, ama sakinleşti…
Uçaktan indik, Ali arabasına, biz bavullarımıza kavuştuk, Secure Drive bizi eve götürmek için bekliyordu. Biz yokken İstanbul’da bir ara dolu bile yağmış ama, geldik geleli acayip bir sıcak var… Dün Ahmet fakülte sekreterliğinin önünde, işten bunalmış bir halde tatil planlarından bahseden Gülsen Hanım’a, “Aaah, ah, bakalım biz ne zaman gidebileceğiz tatile” diye hayıflanıyordu…
Ali’ye gelince, uçak tecrübesi sonrası, şu sıralar hostesin kutusu kendisine hatırlatılınca gülüyor. Sanırım artık kuşlara da başka türlü bakıyor. Kedi, köpek aşkına, kuşlar da eklendi, nerede kuş görse, belirtiyor: “Babadu, bak uçtu!”
maşallah maşallah… gezin bakalım fethiyede filan.. biz de new york'ta sürünelim.. 🙂
Takip edildigimizi cok gec farkettik maalesef. Ama farkeder farketmez de biz sizi takibe koyulduk 🙂 Ve aninda cok sevdik hem Kremalimin sevimli adasini hem de maceralarinin anlatildigi bu sicacik blogu.
Dilerim iki Ali birgun dunya gozuyle de tanisir arkadas olurlar. Ve dunyanin iki ucundan topladiklari cakil taslarini dostca paylasirlar. Ve umarim, hic olmazsa o vakte kadar, biberon sevdasindan kurtulmus olurlar 🙂
biz de tatilinizi okurken çok eğlendik babası, tenkyu, tenkyu =)
Mahmut,
Ben de İspanya'ya giderken Nazlış'a eger ucakta uyumazsa hostesin onu alip goturecegini, Barcelona sokaklarinda ise çan çan bağırırken İspanya polisinin bağıran çocukları hapse attığını söyledim. Vicdanım sızım sızım sızladı ama ben ona kızıp bağıracağıma varsın hosteslerden ve İspanyol polisinden korksun. Yine de ilk ve son olmasını diliyorum.
Bu arada Nihan ben, Gökçe'nin Nihan…
Yine harika bir blog olmuş ve yine maşalla maşalla diye diye fotolara bakmaya doyamadık.Umarız hayatı boyunca böyle güzel ve eğlenceli keşifler yapar…Ali seni çok seviyoruuuzz:) Candan ve Pelin ablan:)